Yine pek değerli bir konuğumuz var ENTELANKARA'da Şirin Giobbi veya Şirin Çetinel olarak da biliyor olabilirsiniz. Tiyatro sanatçısı, oyuncusu aynı zamanda seslendirmen. Bu sezon Gökkuşağının Sonu oyunuyla izliyorsunuz sahnelerde kendisini. Oyunculuğuna, seslendirmelerine ve entelektüel tercihlerine ilişkin sorular yönelttik ve şimdi aldığımız cevapları dinleyelim bu podcastimizde.
Şirin Giobbi: Öncelikle herkese merhabalar. Sizlere bana bu soruları gönderdiğiniz için teşekkür ediyorum. Vallahi sorular çok güzel. İlk soruyla başlayalım.
ENTELANKARA: Kaç yıldır Ankara'dasınız?
Şirin Giobbi: Aslında ben İstanbul doğumluyum. Çocukluğumun ilk yıllarını İstanbul ve Ankara’da geçirmişim. Daha sonraki hayatım ise yazlar dışında hep Ankara’da geçti. Fakat gel gelelim 1999 yılında Adana Devlet Tiyatrosu’nda çalışmaya başlamamla birlikte, Ankara’daki hayatımda yaklaşık dokuz buçuk yıllık bir eksiklik var Adana’da geçen. Tabii Adana’ya ilk gittiğimde, açık söylemek gerekirse, ben ilk beş yıl Ankara’yı çok özledim ve fırsat buldukça da gelirdim, gelebildiğim kadar. Ama daha sonrasında insanın alışma süresi midir beş yıl bilmiyorum. Daha sonrasında pek Ankara’yı aramamaya, daha çok Adana’da ve Adana çevresinde bir hayat kurdum ve orada zamanımı geçirdim. Sonrasında da açıkçası, öncelikle tayin hakkım olduğu zaman İzmir’e tayin olmayı düşünmüştüm. Çünkü ailemizin büyük bir kısmı da aslında göçe göçe başladığı noktaya İzmir’e gitmişti. Ama bundan vazgeçtim, vazgeçtik. Ankara’da bir hayat kurmaya karar verdik. Böylece ben 2009’da, 2008’in ortaları da olabilir, Ankara’ya gelmiş oldum. O tarihten beri de Ankara’dayım.
ENTELANKARA: Sizi Ankara'ya bağlayan nedenler neler? Kısacası neden Ankara'dasınız. Bu bir seçim mi, yoksa zorunluluk mu?
Şirin Giobbi: İnsan gitmek isterse gider yani. Ben böyle düşünen biriyim. Şüphesiz ki Ankara'da olmam bir seçim. Ama bu seçimi ben şöyle değerlendiriyorum: Bir kere, şu anda çok moda olan ve böyle sorgulamadan alışılagelmiş, ve neredeyse artık klişeleşmiş bir bakış açısının aksine, ben konfor alanından çıkmanın, özellikle benimki gibi yaşlarda (44), çok da gerekli bir şey olduğunu düşünmüyorum. Sonuç olarak, bu konfor alanını, eğer bu bir konfor alanı ise, bu konfor alanını oluşturmak için çok çaba harcadım, emek verdim, dişimle tırnağımla uğraştım, yıllarımı verdim. Ee o zaman sırf "Konfor alanında kalmak çok kötü bir şeydir" dedi diye biri, buradan çıkmak için bir çaba harcayacağımı zannetmiyorum. Ankara benim için konforlu bir şehir. Ha, ne ile mukayese edebilirim ben Ankara'yı? Biz oyuncular için işte tabii ki bir İstanbul seçeneği vardır. Bununla mukayese ettiğimde Ankara'nın son derece konforlu olduğunu söylemek zorundayım. Çünkü hani bir de iki tane de çocuğum var. Çocukları okula bırakıyorum, işte üç buçuk kilometrelik bir yol gidiyorum. İşe giderken maksimum 15-20 kilometre gittiğim oluyor ama hani böyle trafikte fenalıklar geçirerek falan, saatine bağlı ama İstanbul'daki gibi bir hayat değil. Sonra erişilebilirlik, her şeye erişilebilirlik burada çok daha kolay. Sadece trafik anlamında değil, yaşam anlamında da ki itiraf etmeliyim Adana'da bu daha da kolaydı. Aslında şehir büyüdükçe herhalde zorlukları da büyüyor. Hani Ankara'da yaşamayı seçme aşamasında aslında bir de eşimden dolayı bir Roma'da yaşama alternatifi de vardı ama o alternatifi çok çabuk elimine ettik. Çünkü işim burada, sevdiklerim burada, nefes aldığım yer burası, bildiğim yer burası. Mesela düşünüyorum, bu saatten sonra başka bir yere gidersem, orayı öğrenmek için sadece sokakları öğrenmek için, sadece bir yerden bir yere nasıl gidiyor onu öğrenmek için bile o kadar çaba harcamam gerekecek ki. Alıştığı yerde olmak insanı çok rahatlatıcı bir şey. Öyle düşünüyorum. Beni Ankara’ya bağlayan şeyler bunlar. Tamamen bir konfor alanı diye düşünülebilir. Öyleyse de öyledir, ben gayet mutluyum Ankara’da olmaktan.
ENTELANKARA: Anneniz Tomris Çetinel, Babanız Nusret Çetinel. İkisi de ülkemiz için çok değerli sanatçılar. Tiyatro sahneleriyle ilişkiniz çok küçük yaşlardan itibaren başlamış olmalı. O zamanlardan hatırladığınız neler var sahnelere dair?
Şirin Giobbi: Evet sevgili ebeveynlerim Tomris Çetinel ve Nusret Çetinel canlarım. Tiyatro sahneleri ile ilişkim çok küçük yaşlardan başlamış olmalı mı? Yok, başlamadı. Şimdi açık konuşmak gerekirse, her çocuk annesiyle babasının mesleğini nasıl anlıyorsa, nasıl bir mesafede görüyorsa, benim için de öyleydi. Orası onların iş yeriydi. Hani böyle “çok büyülü, muhteşem bir şey yapıyorlar, ben de orada olmak istiyorum” hiç böyle şeyler düşündüğümü, hatırlamıyorum. Tam olarak hani onların meslekleri de bu, burası da işte onların çalıştıkları yer. Açıkçası sahneyle ilişkim çocukken böyleydi benim. Ben bunları sonra da hatırlıyorum hani. Böyle zannediyorum lisede tiyatro kolunda oyun oynadım ve bir anda içimde bir tiyatro sevgisi oluştu. Öyle değil aslında. O günün koşullarına göre işte şimdiki kadar olmasa da herkes yine de çocuklarını bir takım etkinliklere, bir şeylere gönderiyordu hafta sonları. Ben de biraz içime kapanmaya başlamıştım bir dönem. Herhalde böyle çok el altında olduğu için çünkü annem de içinde kolay ulaşılabilir olduğu için herhalde böyle 13-14 yaşlarında belki de 14 bile olmamış olabilirim, annem beni TOBAV’ın, Tiyatro Opera ve Balesi Çalışanları Vakfı'nın drama kursuna göndermiş ve ben bu kursa yıllarca devam etmişim, konservatuarı kazanana kadar. Orayı hep atlıyorum. Orayı hep unutuyorum sanki bir anda tiyatro hayatımda lise sona doğru çıktı zannediyorum. Ama öyle bir şey yok aslında hani bayağı ben orada çok ciddi workshoplar almışım, festivallere katılmışım, okumuşum, öğrenmişim. O hep sonradan geliyor. Aslında benim tiyatro ile tanışıklığım, dediğim gibi, drama ile ve tiyatroyla tanışıklığım biraz TOBAV’ın bu kursu sayesinde olmuş oluyor. Daha sonrasında da lise hayatımda edebiyat kolunda şiir okumanın büyüsüne kapılıp, o zaman dur tiyatro kolunda da olalım gibi bir şey oldu herhalde. O dönemki sevdiğim arkadaşlarım da öyle tiyatroyla çok ilgiliydiler. Böylece hep birlikte öyle bir yolculuğa çıkmış olduk. O zamanlardan hatırladığım neler var sahnelerde? Tabii ben sahne değil kulisi hatırlıyorum daha çok. Bir Erzurum turnesi, üç ay süren bir Erzurum turnesinde kaybolmuşum ve beni çok aramışlar. Ben sadece annemle karşılaştığımız anı hatırlıyorum. Seyircilerin arasına girmişim orada. Askerler izlemeye gelmiş, askerlerin arasında oturuyormuşum, elime de Türk bayrakları vermişler. Dört yaşındaydım herhalde ve bütün tiyatro beni arıyor. Ben bunun farkında bile değilim. Annem tabii delirmiş, sahneye çıkıyor hiçbir şey olmamış gibi oyun oynuyor, sonra kulise geliyor çılgınlar gibi beni arıyor. En sonunda neyse beni bulup orada öyle sallanan minik bayrakları görünce bir bakalım demişler, bulmuşlar. Bir onu çok net hatırlıyorum. Bir de Keşanlı Ali Destanı oynanıyor, 80'lerin ortaları herhalde. Annem de oyunda, aynı zamanda karşı komşumuzun da kızı da oyunda oynuyor. Canım arkadaşım, çocukluk arkadaşım Gizem... Arada bir biz de kulise gidiyoruz, Gizem de orada. Oradan da çıkıp eve gidilecek hep birlikte gibi bir durum herhalde. Ya da annem bizi de bırakacak pek bir yeri yok alıyor bizi de getiriyor. Kulisi hatırlıyorum. O zaman konservatuar öğrencisi ya da yeni mezun olan dansçı abiler var, baletler var. Kerem abi, Yener abi. Yener Abi’ye büyük bir aşkım vardı onu hatırlıyorum. Üzerime bir şeyler dökmüşüm, çikolata dökmüşüm falan, Yener Abi de böyle “sen ne kadar pis bir kızsın, bak üzerine dökmüşsün,” falan, çok üzüldüğümü , ağladığımı hatırlıyorum. O kulis sandalyesinde aynaya bakıp. Kalbim kırılmıştı herhalde. Hani böyle bir anım var. Onun haricinde tabii izlemeye giderdik. Annemin oyunlarını çok değil çünkü büyük oyunlarıydı onlar. Ama babam Ali Hürol Tiyatrosu'nda, Banka Tiyatroları'nda çalışırlardı onlar Ziraat Bankası'nda. Etibank vardı sanırım, emin olamıyorum şimdi ama, oyunları izlemeye giderdik çocuk oyunları olduğu zaman. Kimler kimler yani, muhteşem... Allah rahmet eylesin işte babam, Bülent Yıldıran, Sezai Aydın... Allah uzun ömür versin diye söylüyorum. Nuri Gökaşan... Hep birlikte oynarlardı ve onları izlemeye giderdik. Ama bu benim için çok sıkıntılı bir şey olurdu çünkü ben hiçbir zaman bir çocuk oyununu, şimdi bugün de büyük oyunlar için de geçerli, tanıdığım birinin oynadığı bir oyunu ben oyun izliyorum gibi izleyemiyorum, büyük bir anksiyete yaşıyorum. O zaman da yaşardım herhalde küçükken öyle hatırlıyorum hani. Şimdi bir şey mi unutacaklar, herkesi tanıyorsun, bir şey mi unutacaklar, bir şey ters mi gidecek? Böyle bir bende ürperti oluyor hala. O zaman da olurdu bunu hatırlıyorum.
ENTELANKARA: Ankara sahneleri arasında en sevdiğiniz, kendinizi iyi hissettiğiniz sahneler hangileri?
Şirin Giobbi: Vallahi ne yalan söyleyeyim, hepsini çok seviyorum. Hepsinde evimde gibi hissediyorum ama hani illaki birini çok seversiniz. Çayyolu'nda oynamayı çok seviyorum. Çok böyle ferah ferah geniş. Belki de Ankara'da ilk oyunu orada oynadığım için Adana defteri kapanıp da Ankara'ya geldikten sonra ilk oyunumu orada oynadığım için Çayyolu'na karşı ayrı bir sevgim var. Ama Küçük Tiyatro’nun yeri bambaşka. Konservatuar son sınıftayken de sözleşmeli olarak Devlet Tiyatrosu'nda çalışmaya başladığımda figüran olarak diyelim ilk oyunu orada oynamıştım. Oranın büyüsü, mimarisi yine keza Büyük Tiyatro yani oranın da mimarisi, oyun izlemeyi de çok seviyorum ben oralarda. Sadece oynamayı değil izlemeyi de çok seviyorum. Kendimi tiyatroda gibi hissediyorum. Hani gerçekten ayıramam şurada oynuyoruz aman of dediğim hani yol uzak olunca biraz insan böyle şeyler diye olabilir belki bazı yerler için ama çok da öyle bir yer yok.
ENTELANKARA: Ebeveynler ve çizgi film severler bilir. Türkiye'nin çok sevdiği bir çizgi film var, Rafadan Tayfa. Siz de bu çizgi filmde Akın isimli çocuğu seslendiriyorsunuz. Nasıl gidiyor Akın ve Rafadan Tayfa ile olan ilişkiniz?
Şirin Giobbi: Şimdi yalan söyleyeyim, o işe başlarken bizim için çok yeni olan bir şeye başlıyorduk. Çünkü biz oynayacağız, okuyacağız onlar sonra çizecek üstüne. Tabii böyle söylediğinde de animasyon yapanlar bana benimle dalga geçiyorlar. Çünkü sonra çizilme gibi bir şey demiyor onlar ona da. İşte ne yapıyorlarsa yani onu yapacaklar. Ama hani önce biz yaratacağız sonra onlar yaratacak gibi bir durum söz konusu ve bunu ilk kez böyle bir şey belki Türk bu kez böyle bir şey yapacaktık tam emin değilim bizden önce denendi mi? Vallahi ben açık söyleyeyim, bu noktaya geleceğini hayal etmemiştim. Ama daha ben ilk işte rolleri deniyoruz yani gittik herkes her rolü deniyor. Akın olmasını çok istedim. Çünkü Akın tam duygusallık hassasiyetler benim gibi bir çocuk benim çocukluğum gibi işte. Bir köpek varsa onu mutlaka sahiplenmeliyim iyi olmalıyız, falan gibi böyle klişe ama çok çok bana dokunan bir hali vardı. Biraz da çizilmiş hali modellenmiş haline, herhalde öyle demek daha doğru bilmiyorum, o halini biraz da o zaman kendi oğlum da işte 4-5 yaşlarında ya ona da benzettim herhalde o yüzden hani biraz böyle o rol benim olsun istedim açık söyleyeyim. Öyle de oldu ve babamla birlikte çalıştığımız bir projeydi. Basri Amca’yı da babam seslendiriyordu ve yıllarca seslendirdi. Daha sonra tabii bu Rafadan Tayfa durumu biz de hani sevilmesi böyle büyük bir kitleye hitap etmesi o kitlenin bundan çok hoşlanması bizim yaptığımız işten çok mutlu olmamız hep birlikte filmler geldi tabii bu gelişti yani bu durum bu Rafadan Tayfa durumu ve çok özel bir yere oturdu benim hayatımda. Yaptığım işler için de çok özel çok böyle onun yeri benim için ayrı dediğim bir noktaya geldi. Hani profesyonel bakış açısını çok belki bazen geliştiremediğim bir noktaya geldi. Çok seviyorum ve istiyorum ki hani geçenlerde böyle bir şey konuştuk yapımcılarımızla. İstiyorum ki daha da yıllarca devam etsin. Çünkü orada çok nasıl bir şey verdim hani orada öyle bir şey var ki benim çocukluğumu anlatıyor zaten işte mahalle hayatını anlatıyor bugün olmayan belki de ya da çok az yerde olan bir hayatı anlatıyor. Oyunlar öyle arkadaşlık öyle şimdiki çocukların da bir zamanlar cep telefonu bile yokken bizim nasıl yaşadığımızı görmelerini istiyorum. Bir mahallenin nasıl olduğunu görmelerini istiyorum. Umarım daha yıllarca devam eder Rafadan Tayfa ile ilgili dileğim bu
ENTELANKARA: Tamamen boş bir gününüz var. Ankara ile baş başa kaldınız. Bu boş günde neler yapar, nerelere uğrarsınız. Günü ve hatta geceyi nasıl kapatırsınız?
Şirin Giobbi: Bayıldığım bir soru oldu bu. Valla bu yaşımda 44 yaşındaki Şirin olarak ben ne yaparım biliyor musunuz? Eymir'e gidelim, uzun bir yürüyüş yaparım belki bisiklete binerim. Gölün kenarına yönetmen sandalyesi açarım otururum ve uzun uzun gölü izlerim. Karabataklara bakarım, ördeklere bakarım. Bahri kuşlarının suyun dibine dalıp çıkışına bakarım, sazların hareketini izlerim. Çünkü şu an için gerçekten ihtiyacım olan her şey bu. Ama sizi de hadi küçük bir yolculuğa çıkarmama izin verir. Eğer yıllar önceki ben olsaydım ve Ankara ile başbaşa geçireceğim bir günüm olsaydı ne yapardım biliyor musunuz? Belki bazılarının şimdi adını bile duymadığınız yerlerden bir şeylerden bahsedeceğim. Bir kısmı var bir kısmı yok. Öncelikle Saman Pazarı'na giderdim. Bit pazarına... Bit pazarında böyle üst üste üst üste yığılmış 1970'lerden kalma kadife ceketler, kadife pantolonlar, asker botları onların arasında bir güzel kendimi kaybederdim. Belki bir şeyi satın alırdım param yeterse varsa, belki almazdım sadece incikcincik her şeyi incelerdim. Oradan çıkardım Çıkrıkçılar Yokuşu'na. Kaleye giderdim. Oradan cam incik boncuklar alırdım kolye yapmak için. Kalede eski pasajlardan birinde, hanlardan birinde, pasaj değil tabii onların adı, eski resim öğretmeni Ayhan hocamın bir atölyesi vardı. Ayhan hocamı ziyaret ederdim ortaokuldaki resim öğretmenim. Sonra oradan aşağı doğru yürürdüm Kızılay'a gelirdim. Yüksel Caddesi'nde dolaşırdım. Köşedeki Dost Kitapevi’ne giderdim. Muhtemelen yaşamın çok çok ötesinde felsefe ile ilgili ya da varoluşçulukla ilgili bir kitap satın alırdım. Yine o yaşta ne luzumu varsa mı denir artık bilmiyorum ama harçlığımı aldığım bir zamansa cebimde biraz param varsa belki bir de kaset alırdım. CD yok çünkü o zamanlar ve bu mutlaka bir caz kasedi olurdu. Artık Duke Ellington mı olurdu, Ella Fitzgerald mı olurdu ne olurdu bilmiyorum ama o yaşlarda böyle bir kendime entelektüel olarak geliştirme sevdam vardı ve severdim de tabi hala çok seviyorum. Muhtemelen öyle bir şey alırdım sonra onları alır yukarı doğru yürür Tenedos Cafe'ye giderdim. Orada böyle bir çay ya da kahve eşliğinde kitaba bakardım. O kaseti dinlemek için büyük bir heyecan duyardım, yanımda walkmanim varsa belki kaseti koyup biraz dinlerdim de. Akşam eğer orada caz yapılıyorsa akşamı da öyle geçirebilirdim. Böyle sıcak şarap eşliğinde caz dinleyerek tek başıma bir masada tek başıma bir genç kız olarak ve bunları paylaşacak da çok fazla birini bulamayacağım inancıyla belki. Ya da şimdi kapalı olan Kavaklıdere Sineması’na giderdim ve Kavaklıdere Sineması’nda eğer bütün gece devam eden bir gösterim varsa ona bir bilet alırdım. Sonra oraya hep birlikte gelen böyle battaniyeleriyle, yastıklarıyla, pijamalarıyla gelen insanlara bakıp “büyüyünce biraz daha büyüyünce ben de böyle geleceğim” deyip muhtemelen çok da anlamlandıramadığım o yaş için o filmleri saatlerce öyle izlerdim orada. Eski Ankara olsaydı bir günümü böyle geçirdim.
ENTELANKARA: Ankara'da hangi mevsimde hangi güzergahta yürümeyi seviyorsunuz? Neden?
Şirin Giobbi: Ben nereye seviyorum biliyor musunuz? Genellikle de yürüyüş yolumda, benim böyle yürüyüş yolum bir işe giderken gelirken falan Birlik Mahallesi'nden başlayıp işte Gazi Osman Paşa'yı geçip aşağı doğru Tunalı'ya Kızılay'a kadar uzanan bir istikamet oluyor. Çoğu zaman bazen Ulus’a kadar gidiyor ve bu yolu yaparken de genellikle kullandığım mutlaka kullanmaya çalıştığım bir sokak var: Beyaz Zambaklar Sokağı. Böyle köşkten aşağı inip sola dönünce ilk sağ. Orayı her mevsim seviyorum ama özellikle sonbaharda ve özellikle ilkbaharda gerçekten gerçekten hayranıyım. Ankara’da olmayı çok sevdiğim yerlerden biri de tabii ki yine söylemeliyim Eymir. Yani bence cennetimiz orası bizim ve koruyup kollamalıyız.
ENTELANKARA: Seslendirme sanatçılığı ve tiyatro ilişkisini soralım. İyi bir seslendirmeci olmak için tiyatro eğitimi şart mı? Ya da “seslendirme sanatçısı olmak istiyorum” diyen biri nasıl bir yol izlemeli? Siz nasıl başlamıştınız?
Şirin Giobbi: Şimdi ben seslendirme sanatçılığı ve tiyatro oyunculuğu arasında direkt bir ilişki var mı bunu ben de çok sorguluyorum. Buna tam olarak net böyledir ya da şöyledir diyemeyeceğim. Çünkü öyle örnekler görüyorum ki çok iyi seslendirme sanatçılığı var mesela Ünsal Ünlü bunlardan biri ama tiyatro oyuncusu değil. Ya da çok iyi tiyatro oyuncuları var ama seslendirme konusunda öyle bir başarıları yok ya da bazen çok iyi tiyatro oyuncuları var ve aynı zamanda onlar çok iyi seslendirme sanatçısı. O yüzden böyle direkt bir bağ kuramıyorum. Tiyatro eğitiminin de bunun için şart olmadığını kendi gözlerimle defaatle gördüm. Seslendirme sanatçısı olmak istiyorum diyen birinin ne demeliyim nasıl bir yol izlemeli? Yani tabii eskisi gibi değil. Eskiden TRT'de çok iş olurdu ve çok kayıt olurdu böyle bir işe başlamak istendiği zaman gidilirdi orada günlerce haftalarca belki aylarca kayıt izlenirdi bu iş nasıl yapılıyor diye. Ben de 1999 yılında okuldan mezun olduğumda ilk olurumu aldığımda gerçi ben daha önce başladım, bir tık önce başladım ama gittiğim zaman ben de bir müddet izledim ve ilk başladığımda da Adana'ya gidene kadar yani bu böyle bir altı aylık dönemi falan kapsıyor. Vallahi işte “Ahhh! Hihhh!” falan gibi nidalarla anca böyle iki cümlelik falan bir şeyler konuşmaya başlamıştım ki Adana'ya gittim. Geri döndüğümde aynı noktadan baştan tekrar başladım 2009 yılında. Yine “Ahhh! Hihhh!” falan gibi nidalarla başlayıp ama peşini bırakmadım, bir de çok severek yaptığım bir iş şimdi ne yalan söyleyeyim gerçekten onu da çok severek yapıyorum. Şu anda bulunduğum ve geldiğim noktadan memnunum. Birtakım kurslar var. Çok da iyi kurslar da var sanırım artık bunlara gidiliyor. Ben ben de çok nasıl yapıldığını inanın yolunu yöntemini bilmiyorum ama sanırım böyle kurslardan geçtikten sonra başvurmak gerekiyor.
ENTELANKARA: Üç yazar, üç yönetmen, üç de müzisyen ismi istesek sizden?
Şirin Giobbi: Bir insan bunu nasıl 3 ile sınırlar, çok acımasızca olmuş. Yani 3 yazar dediğimiz zaman bugün için üç yazar tabi Sylvia Plath'tan çok etkilendiğimi söylemek zorundayım. Sylvia Plath'ın yapıtları mutlaka, hatta şöyle söyleyeyim yani Sylvia Plath'ın günlüklerinde şöyle bir şey vardır şimdi tam olarak tam cümle olarak söylemem mümkün değil ama hani "Hayatımın sonuna kadar uğraşsam da hiçbir zaman yeterince kitap okuyamayacağım, bütün hayatları yaşayamayacağım, her şeyi öğrenemeyeceğim" işte bunun bunun sıkıntısı mesela ben çok duyuyorum. Gençken duymazdım, iyi bir iyi de bir yol çizmiştim bu konuda kendime, iyi bir yoldaydım. Adını entelektüel gelişim koyarak yaptığım bir şey değil sadece kendimi geliştirmeye çalışıyorum ama bazen gerçekten çekip gitmek geliyor çünkü hiçbir zaman yeterli olmayacak, hiçbir zaman yatırınca çok şey öğreneceğim her zaman bir yerde bir konuda kendini cahil hissedeceğim “ben onu okumadım” diye kızacağım kendime büyük ihtimal ya da “ben o yönetmeni nasıl bilmiyorum” diyeceğim. Ama naçizane yani şu an benim için Sylvia Plath sanırım bir iki yıldır önemli bir yerde. Sabahattin Ali önemli bir yerde. Küçüklüğümden beri Gabriel Garcia Marquez önemli bir yerde. Amin Maalouf önemli bir yerde. İlk okuduğum kitabın yazarıdır ve önermek isterim genç dimağlara da Panait Istrati. Bunun yanında tabi sesle kitap okurken de bazı kitaplar okuyorum orada çok sevdiğim yazarlar oluyor yani kendim bıraksanız belki de hani keşfedemeyeceğim ya da okuyamayacağım yazarlar oluyor. Birazdan da bahsederim orada çok sevdiğim şeyler oluyor. 3 yönetmen, işte bak bu da şeyle ilgili yani gelişimle ilgili. Mesela Woody Allen’i çok severdim. Bir ara David Lynch'i çok severdim. Almodovar'ı çok severdim. Ama şimdi öyle bir noktaya geldim ki şöyle bir şey hissediyorum: Çok az zamanım var o yüzden klasikleşmiş ve daha önce hani gençlik yaşlarımda bakmadığım şeylere bakmak zorundayım. Kendim onlar konusunda geliştirmek zorundayım gibi bir his herhalde hissediyorum. Mesela evvelki seneye de sanırım evvelki sene herhalde bir altı ayımı Jean Godard, Fellini falan izleyerek geçirdim. Çok beğeniyorum, çok beğeniyorum gerçekten o zaman ki Avrupa sinemasının çok beğeniyorum ve de tabii ki şunu söylemeden edemeyeceğim: Taklitler de biraz aslını yaşatıyor. Tarkovski büyük hayranıyım. 3 müzisyen, ya benim benim gibi bir insanın 3 müzisyen söylemez lütfen bunu beklemeyin benden. Çünkü çok müzik üzre bir hayatım var. Hep böyle oldu yani çocukluğumdan beri böyle oldu. O zamanlar tabii böyle radyolar ve televizyonlar yok bir kanal var TRT'nin de radyoları var o da iki üç kanal herhalde. TRT 3 kanalı da aynen bugün olduğu gibi caz ve klasik müzik ağırlıklı ve ben tabi o yaşımda o küçücük yaşlarımda cazdan çok etkilendim. Çok etkilendim ve harçlıklarımla dediğim gibi gidip kaset alırdım, caz kasetleri alırdım ama hani bu demek değil ki popüler hiç bu dinlemedim. Olur mu, hala da dinliyorum yani arabada hala giderken yerinde şimdi şahane bir devirde yaşıyoruz işte Shazam'dan bakıyorum bu çalan nedir diye hemen bir şey keşfediyorum. Yani o keşfin sonu yok. Hani çok sevdiğim ama benim böyle hadi bir çırpıda say derseniz Chet Baker yeri ayrı. Yeni keşfim bir basçı Victor Wooten var. Fiona Apple var. Bir de geçen sene sanırım ya da bir önceki sene Grammy kazandı. Onu sadece bir müzisyen olarak bir müzisyen olarak da çok ayrı bir yerde ama sadece bir müzisyen olarak değil bir şair olarak da düşünüyorum. Vokal cazdan işte Etta James çok seviyorum. Sonra böyle daha R&B, soull diye düşünürsek Emily King'i pandemiden birden iki yıl önce falan keşfimdir ama pandemide çok yoğunluklu dinledim onu çok beğeniyorum. İtalyan rock grubu geçen senenin Eurovision kazananı Måneskin’i çok beğeniyorum, çok dinliyorum şu aralar. Yine böyle klasikleşti artık, popüler bir hali kaldı mı bilmiyorum ama kalmadı tabi. Billy Joel, Sting bunları çok seviyorum. Her daim dinlemekten hoşnutum. Kings of Convenience herhalde günde en az bir kere çalınan bir şeydir diyelim bizim evimizde ya da arabamızda.
ENTELANKARA: Son zamanlarda etkileyici bulduğunuz dizi ve filmler hangileriydi? Neden etkilemişlerdi?
Şirin Giobbi: Şimdi tabii hayatın da biraz bazen insanın üstüne üstüne gelmesi, pandeminin ağırlığı açık söyleyeyim hepimiz çok etkilendik. Yani herkesin çok etkilendiği, herkesin türlü türlü anksiyeteler geliştirdiğini ve çok daraldığını düşünüyorum psikolojik olarak. Bazen öyle bir noktaya geldim ki bu dönemde sabun köpüğü şeyler izlemek istedim yani hiç derinliği, hatta geçen gün Terminal'i izlemek istemiyorum o film bana çok ağır gelir diyorum eşim de beni ikna etmeye çalışıyor öyle bir şey değil diye. Yıllar sonra Terminal'i izletti bana film romantik komediymiş ya. Ama ben onu öyle hissetmediğim için bu kadar ağır bir şey izlemek istemiyorum falan diyorum. Yani biraz böyle sabun köpüğü bir şeyler izledim son zamanlarda. Onun haricinde Fleabag’i gibi çok beğendim. Şimdi adını doğru söyleyecek miyim acaba Penelope bir şey Bridge, (Phoebe Waller-Bridge) bir şeyini hatırlayamadım ve muhteşem bir kadın. Yani kendi yazıyor, kendi oynuyor olağanüstü bir şeydi. Konusunda çok güzel çok zekice idi yani Fleabag’i çok beğendim. En son şeyi izledim “La Mano di Dio” “Tanrının Eli” Sorrentino’nun. Bir de ya şunu size itiraf edeyim ben, işte gençlikte bir şeyleri öğreniyoruz izliyoruz kendimizi geliştiriyoruz fakat zaman içinde artık bellek nasıl bir şey yapıyorsa hangi belleğe atıyorsak ya ben çok unutuyorum ve bundan da çok büyük mutsuzluk duyuyorum. Ya Sorrentino’nun adını şu anda aklıma inşallah da doğru getiriyorumdur, getirmek için gerçekten büyük çaba sarf ediyorum. Çünkü üç gün önce izlediğim film ama, o bir de otobiyografi yani adamın da hani yönetmenin kendi hayatını aslında anlattığı bir film, İtalyan filmi, fakat gel gör ki ben 6 ay sonra ne Sorrentino hatırlayacağım ne filmi hatırlayacağım. Çünkü mesela Oscar adayı olmuş ya da Oscar almış bir filmini izlemişiz bir ya da iki yıl önce filmle ilgili aklımda hiçbir şey yok. Yönetmenin adı da yok oynayanlar da yok filmin konusu da yok. İki tane enstantaneyi böyle zorlaya zorlaya çıkarttım. Hangi belleğe attığımı bilmiyorum ama silinen bir belleğe atmışım. Çok sevdiğim yönetmen çok sevdiğim film Zelig, Woody Allen ya Zelig’in adı aklıma gelmiyor, gelmiyor da gelmiyor. Hani bir bazen böyle oluyor, ve buna çok üzülüyorum. Anneme olurdu böyle, çok dalga geçerdim, onu cahil zannederdim bazen. Nasıl bilmez diye düşünürdüm. Nietzsche mesela, Nietzsche’yi unuttuğu bir gün olmuştu ve nasıl bilmez diye böyle hani okur yazardır çünkü hani şeydir, ha bunu da mı bilmiyor diye düşünmüştüm. Çok utanıyorum şimdi bundan çünkü insan bazen unutuyor, yaşla ilgili. Kulüb’ü izledim herkes gibi ki ben hani çok popüler olmuş şeyleri izlemeyi, okumayı, dinlemeyi çok sevmiyorum. Böyle bir zaman geçsin, herkes ondan elini eteğini çeksin sonra ben yavaş yavaş gideyim istiyorum, nedendir bilmem. Ama Kulüb’ü artık dayanamadım ve izledim. Çok beğendim, konusu da çok beğendim, her şeyini çok beğendim. Fırat Tanış’ı ayrıca çok beğendim. Bence bizim çok çok iyi oyuncularımız var bu sektörde.
ENTELANKARA: Aynı soruyu kitaplar için soralım. Nedenleriyle birlikte sizde iz bırakan kitapları öğrenebilir miyiz?
Şirin Giobbi: Çok açık söylüyorum son yıllarda başladığım hiçbir kitabı bitiremiyorum ya bitiremiyorum. Ne oluyor neden bu oluyor bilmiyorum, çok da üzülüyorum. Neden oluyor söyleyeyim ya bu cep telefonu yüzünden oluyor bence biraz ondan oluyor. Hiç bitiremiyorum derken bitirdiğim kitaplar olmuş bu arada yani yalan olmasın da. Şimdi bu Storytel Sesle Kitap için kitap okuduğum için istemeden okuduğum, hani seçmeden okuduğum çok güzel kitaplar var Virginia Woolf var ki İngilizce bilen herkesin İngilizce okumasını salık vereceğim bir ağır dil, çeviride de çok “Lost in Translation” oluyor. Yani son bitirebildiğim kitaplardan söyleyeyim size. Ayfer Tunç yeni tanıştım, çok sevdiğim bir arkadaşım tanıştırdı beni sağ olsun. Ayfer Tunç'un “Dünya Ağrısı”nı okudum ve böyle biterken artık bitmemesi için dua ediyordum çünkü o insanlardan ayrılmak istemiyordum. Tam böyle sevdiğim, böyle beni içine alan ve orada yaşatan roman türü. Sonra… Sesle Kitap için okudum aslında ama yeni bir yazar, bu Margaret Atwood’un da aldığı bir İngiltere'de önemli bir ödül almış hatta, çok da satılıyor anladığım kadarıyla Bernardine Evaristo, “Kız, Kadın, Öteki” kitabı. Okumaya başlarken tabi sesli okuyorum böyle “of bu ne aktivizm yeter” falan diye böyle çok söylenerek okuduğumu hatırlıyorum ama sonunda gerçekten çok beğendim. Hem bu ötekilerden bahsediyor, başka bir ırktan olmaktan bahsediyor, ötekileşmekten bahsediyor LGBTİ+ bireylerden çokça bahsediyor. Herkesin tek tek hikayesini anlatıyor. O yüzden beni etkiledi ne yalan söyleyeyim. Hani bazı yerlerde “ya yeter artık hani bu da artık hassas” ne diyor siz gençler… “hassasiyet kasmak” Aşırı hassasiyet kasıyor ya dediğim yerler vardı ama yok etkilenmiştim yani kesinlikle çok etkilenmiş. Şu anda da ne okuyorum biliyor musunuz yazarını hatırlayacağım maalesef yani içeri girip bakmam lazım ya onu şu anda yapmayacağım, şu an yatağın başucunda duruyor. O da bir hediye, sevgili seramik hocamın yılbaşı hediyesi “Kürklü Kişi” diye bir kedinin romanını okuyorum. Kısa bir şey ama güzel bir şey, zevkle okuyorum şu anda onu.
ENTELANKARA: Hangi zamanlarda ruhunuzu boğuyor Ankara?
Şirin Giobbi: Ne zamanlar boyu biliyor musunuz? Böyle kış geliyor, işte şimdiki gibi ama kar yok, ama her şey, bütün ağaçlar böyle yapraksız kuru dallar haline gelmiş, hava gri, güneş de yok o zamanlar itiraf edeyim boğuluyorum ben, boğuluyorum. Yani bari yağmur yağsa bari azıcık bir kar yağsa diye düşünüyorum. Bazen de insanlar özellikle kış aylarında sokaklarda niye rengimiz yok diye düşünüyorum. Ya şehrin insanları da renksizleşmiş. Hani Ankara'da gri, lacivert, kahverengi, siyahtır, bu renklerdir kışın baktığınızda insanlara. Canlı bir renkle gezen birini göremezsiniz. Avrupa'da böyle bir şey yoktur insanlar birbirlerinin ne giydiğine ne yediğine falan takılmazlar ama biz takılıyoruz herhalde biraz. Ankara kendini zapturapt altına almış bir şehir. O halleri de boğuyor beni.
ENTELANKARA: Hiçbir şeyden haberi olmayan başroldeki saf karakteri canlandırmak mı, yoksa bütün çatışmaların baş müsebbibi olan kötüyü canlandırmak mı? Hangi karakterlerle aranız daha iyi?
Şirin Giobbi: Yani tiyatro için böyle bir seçimim yok, yani seçemiyorum öyle bir şey de. Ya bunu günlük dizilerde deneyimlemiştim. Yani iki kere böyle bir deneyim oldu. Birinde kötü bir karakter, onu da ben seçmedim, bunu oynayacaksın dediler gittim. Oynamak çok keyifli lakin gel gör ki seyirci senden nefret ediyor. O zaman da biraz eksik kalıyorsun. Sonraki dizide de bu sefer de çok sevinerek başladım ah yaşasın iyi karakter oynuyorum, ne kadar minnoş, ne kadar iyi, seyircinin de gönlünde bir yeri var, kimse bela mesajları atmıyor geceleri Instagram’dan ama gel gör ki çok sıkıcı. Hani oynarken yaratacak ve eğlenecek çok bir şey yok. O yüzden herhalde daha yaratıcılığa, oyuncu olarak yaratıcılığa imkan tanıyan bence tabii ki çatışma yaratan karakter tabi, kötü olmasına gerek yok da çatışma yaratan karakter.
ENTELANKARA: Gözlerimi Kaparım Vazifemi Yaparım, Radyo-yu Hümayun gibi tiyatro oyunlarınız da var fakat biz son oyununuza değinelim. Bu sezon da sahnelerde olan Gökkuşağının Sonu isimli oyunda efsanevi sanatçı Judy Garland’ın trajik hayatını sahneliyorsunuz. Oz Büyücüsünü hayranlıkla izlerken aklınıza gelir miydi hiç Judy'yi oynamak? Büyünün arkasındaki trajik gerçekleri anlatmak neler hissettiriyor size?
Şirin Giobbi: Gelgelelim Gökkuşağının Sonu ve Judy Garland'a. Ya ben oyunu çalışmaya başlamadan önce, daha doğrusu kendi kendime çalışmaya başladığımda, tam provalar da başlamamıştı yönetmen büyük bir nezaket gösterip böyle böyle bir şey var dediğinde kendi kendime böyle küçük küçük çalışmaya başladım. O zaman Oz Büyücüsü’ndeki kızın Judy Garland olduğunu ben o zaman keşfettim. Onun öncesinde böyle bir bilgi haiz de değildim. Çok şaşırdım, sonra da çok üzüldüm. Yani tabii çalışırken çok internet sağ olsun diyelim gerçekten. Herhalde hiçbir rol için bu kadar derinlemesine, derinlikli bir çalışma yaptığımı hatırlamıyorum. Yani yaratıcılık anlamında, var olmayan bir kişi yaratırken tabii ki büyük bir çabanız oluyor. Tabi ki çok çabalıyorsun ama alan geniş. Burada alan o kadar geniş değil. Bir gerçek var ve o gerçeğe bağlı kalma mevzuğuna çok taktım kafamı. Bazen hatta canım yönetmenin funda Uzun da beni uyardı. Çok üzüldüm, gerçekten çok üzüldüm. Hayatımızda bazı şeylerin örtüştüğünü de gördüm. Sürekli bir kilo vermek ve zayıf olmak zorunda olmak. Bu işi yapacaksan zayıf olmak zorundasın durumunun bir insanı nereye götürebildiğini ya da mükemmeliyetçi olmak, işte her gece oraya çıkıp her şeyi yeterince iyi yapmak, yeterince mükemmel olmak kaygısı “ben bununla baş edemiyorum” diye bir replik var, bunu yaşadım, eminim bütün oyuncu arkadaşlarım da bunu yaşıyordur. Bunu yaşadığım o kadar çok oldu ki, o kadar çok oluyor ki. Bunun o an bize ne yaptığını belki fark etmiyoruz da işte sonra hani “benim neden bu kadar sırtım ağrıyor, benim midem niye böyle oldu, benim niye başım tuttu yine” dediğimiz noktada hep oraya dönüp o mükemmel yapma kaygısına dönüyoruz. Judy'nin hayatında da bu çok var. Mükemmel yapmak zorunda ve mükemmel kalmak zorunda. İşte Hollywood'un belirlediği mükemmel güzellik ve kilo ve işte boy ve saç ve bilmem ne. Hani bunun içinde bunun altında o kadar altında kalmış, o kadar ezilmiş o kadar kendini ispat etmeye çalışmış ki bir noktadan sonra bununla baş etmenin yolunu maalesef alkol ve ilaçlarda bulmuş. Tabi ilaç bağımlılığı da çok küçükten başlıyor. Onun o noktaya gideceğini bile düşünemiyor. Alkolü belki insan düşünür “yok ya ben bunu bu kadar içmeyeyim, işin sonu kötü değil” diye düşünür ama o devirde her şeye ilaç. Karnın mı ağrıyor ilaç, daha iyi uyumak istiyorsun ilaç. Sigaranın, ilacın falan çok yanlış lanse edildiği devirler. Hollywood'da maalesef özellikle çocuk oyuncularda da ilacı çok kullanmış. Çok trajik buluyorum. Başlarda şey diyorum “hayır, bunu kendini bundan kurtarabilirdi” Judy'ye karşı çok katıydım ve aynı zamanda Judy'nin de trajedisini yansıtmak konusunda çok katıydım. Ama pandeminin ilk zamanın zamanıydı oynadığımız zaman. Bir türlü olmuyor, bir türlü seyirciyi de kendimi de bir şeye ikna edemiyorum. Bir şey var, bir şey var… İkinci sene tekrar oynamadan önce prova yapmaya başladığımızda şunu farkettim. Judy bana kızgın, Judy benden intikam alıyor çünkü Judy, belgesellerinden birinde kızlarının söylediği bir şeydi kendini de ses kayıtları yapmış, hepsini dinlemiştim çalışırken, sarhoş sarhoş, o ses kayıtlarında söylediği bir şey “ben bu değilim ki, ben sadece bu değilim ki” diyor “ben çok komik bir kadınım, ben çok zeki bir kadınım, ben bir anneyim. Niye bunları görmüyorsunuz, niye sadece benim bu trajedime ve bu tarafıma bu yaşanan dramatik olana, bunlara takılıyorsunuz, niye görmüyorsunuz” diyor. Kızları da arkasından öyle diyor “annem çok komik bir kadın. Çok zeki olduğu için çok esprili ve muhteşem bir kadın.” Sonra ben 2. sezon Cudi’ye bu haksızlığı yapmaktan vazgeçip onun biraz trajedisinin yanında -tabii ki trajediyi yok etmek mümkün değil, metin de öyle yazılmış zaten- trajedisinin yanında aynı zamanda biraz da diğer taraflarına da imkan vermek gerektiğini düşündüm. Tekrar çalıştım üzerine. Yani her gece ağlatıyor beni. Size ne hissettiriyor diye sorarsanız, beni her gece ağlatıyor.
ENTELANKARA: Tek kişilik bir oyun sahneleyecek olsaydınız karakterinizin özellikleri nasıl olurdu? Örneğin hangi film karakterine benzerdi karakteriniz?
Şirin Giobbi: Şimdi ben oyun sahnelemezdim. Çünkü hiç öyle bir yetkinlikte görmüyorum kendimi. Bir şey yönetmek, hocalık yapmak falan böyle bir şey hani o yetkinlikte görmüyorum. Ama oynayacak olsaydım, bir başkası sahneleyecek de ben oynayacak olsaydım nasıl bir karakter olsun isterdim? Vallahi kendime ters köşe yapacak, kendi hayatımda olmayan bir şey deneyecek karakter olmasını isterdim. Bu da şöyle bir şey olurdu. Dilek kapıları açıksa geliyor evrene mesajım. Ya şöyle bir şey olmasını arzu ederdim: sakin, soğukkanlı, durağan, soğuk, kibirli, lafı gediğine koyan filan böyle böyle bir karakteri deneyimlemeyi çok isterdim. Benden çok uzak çünkü. Olmak istediğim şey belki de odur kim bilir? Nasıl biri? O da çok iyi bir oyuncu. Şimdi bu hani sabun köpüğü şeyler izlemeyi tercih ettim diyorum ya. Netflix'te yine bölüp Downtown Abbey diye bir İngiliz draması vardı. Onu izlerken oradaki büyükanne karakterin adını hatırlamıyorum. Oyuncunun adı Megane Smith ya da Maggie Smith sanırım. Çok iyi bir oyuncu, muhteşem bir oyuncu. O karakter gibi, oynadığı o karakteri oynamayı o kadar isterdim ki. Durup bakıp lafı gediğine koyan, en büyük felaket karşısında son derece soğukkanlılıkla ne yapacağını bilen öyle bir şey çalışmayı gerçekten isterim.
ENTELANKARA: Hayranlıkla izlediğiniz oyuncular hangileri? En çok hangi performanslarını sevmiştiniz?
Şirin Giobbi: Ben İngiliz kadın oyuncularını çok beğeniyorum. Örneğin Olivia Colman, Emma Thompson ve adını hatırlayamadığım Fleabag’teki (Phoebe Waller-Bridge) gibi oyuncuları gerçekten çok beğeniyorum. Emma Thompson’ın herhalde soluksuz her filmini defalarca oyunculuk izlemek için izleyebilirim. Bizde de çok yetenekli oyuncular var. Hollywood’a karşı bir ilgim yok, sadece Judy Garland’la alakalı değil. Meryl Streep’i çok beğeniyorum. Artık bizim devrimiz kapandı mı ne oldu bilmiyorum. Şu anda size söyleyeceğim oyuncular hep çok yaşlı, benim devrimin oyuncuları ne yalan söyleyeyim.
ENTELANKARA: Seslendirme stüdyoları, tiyatro sahneleri ve bir de dizi setleri var. Yoğun bir tempo. Oyuncu olmak bu kadar özveri gerektiriyor mu gerçekten?
Şirin Giobbi: Dizi setleri çok yok yahu. Konformistliğimden. Burada Ankara’da, elimin altında bir şey olup da onlar beni çağırırsa amenna, ama onun dışında büyük sözüme tövbe diyerekten o konuda bir çabam olmayacak herhalde. Evet, yoğun bir tempo. Oyuncu olmak bu kadar özveri gerektiriyor mu? Ya oyunculuğu da alıp gerçekten çok… Bana kimse kızmasın da, çok böyle herkesten uzak, Kaf Dağları’nın tepelerinde bir yere koymanın çok akıllıca olmadığını düşünüyorum. Yani bir doktor da çok özveri gösteriyor, bir hamal da çok özveri gösteriyor, pazarcı da çok özveri gösteriyor, mühendis de çok özveri gösteriyor. Herkes çok özveri gösteriyor, her iş her şey özveri gerektiriyor. İyi yapmak istiyorsanız her iş mutlaka ve mutlaka özveri gerektiriyor. Bir de kendinize… Tabii onu da yapayım, bunu da yapayım, ötekine de gideyim ve şurayı da yapayım derseniz daha büyük bir özveri gerektiriyor. Ama şunu söyleyeyim, şunu hadi haksızlık etmeyeyim mesleğime ve kendime: Şunu kenara koyayım. Eğer bir oyun çalışıyorsam, prova dönemindeysem gerçekten özveri gerektiriyor. Çünkü baştan ben gelip evde konuşuyorum diyorum ki: “Beni iki ay unutun.” Hani okula gidiyor çocuklar, siz de unutun. Yemek yapılması gerek, eşime diyorum: “Sen yapacaksın.” Onu da unut. Ev temiz olmayacak onu da unutun. Çünkü ben bunların hiçbirini yapmayacağım. Çünkü bunlara enerjimi kafamı verdiğim zaman oyuna tam enerjimi vermiyormuşum gibi hissediyorum. Ve onlara bin kez teşekkür ederim. Her seferinde gerçekten hiç böyle bir mecburiyetleri de yokken herkes benimle birlikte özveri gösteriyor. Biri yemeğin ucundan tutuyor, işte abi kardeşinin ödevlerine yardım ediyor falan filan öyle. Çünkü yani sadece ev işi ve hayat sorumlulukları değil ya… Ya bir yere gidip o kendi kendine başka bir arkadaşımın oyununu, oyundan olmayan başka bir arkadaş grubuyla başka bir şey yapmaya da… Kafam ona da gitmiyor, bir şey çalıyormuşum gibi geliyor. Oyuna vereceğim enerjiden bir şey çalıyormuşum gibi geliyor. Belki de çok sağlıksız ama bilmiyorum. Benim için öyle.
ENTELANKARA: Gökkuşağının Sonu gösterimlerine devam ediyor. Peki planlanan, ileride sizi görebileceğimiz başka projeler de var mı? Radyo-yu Hümayun'u çok sevmiştik, tekrar izleyebilecek miyiz mesela?
Şirin Giobbi: Evet, “Gökkuşağının Sonu” devam ediyor. Vallahi başka projeler şu anda konuşulan bir şey yok. Zaten hani bu şöyle oluyor: Tiyatro bana hani bir gün mesaj geliyor: “Yarın şu saatte şurada prova var.” diye. Yani genelde öyle oluyor. Yahut bazen artık belki de hani biraz yaşımız da kemale erdiği için öyle oluyordur, incelikli davranıp yönetmen arayıp “Şirincim şöyle şöyle bir oyun, böyle böyle bir rol.” diyor. Ama şu an için böyle bir şey yok. Şu an için yok, Gökkuşağının Sonu devam ediyor. Ah, Radyo-yu Hümayun’u ben de çok sevmiştim. Çok sevmiştim ve şu “Tekrar izleyebilecek miyiz?” sorusuna evet demeyi o kadar çok isterdim ki ama bu mümkün değil. Yani başka bir yerde, başka bir ekipten tabii ki eminim uzun yıllar izleyeceksiniz herkes izleyecek ama bizim ekibimizle artık bu mümkün değil. Çünkü tayin olanlar oldu, dağıldık. Tekrar toplanması mümkün değil. Ama şunu söyleyeyim ya, ben acaba her ekip için mi dönüp dönüp bunu söylüyorum diye kendime sormuyor değilim ama böyle bir ekip, böyle bir yani her gece iki saat bu kadar eğlendiğimiz, seyircinin de karşımda gülme krizine girdiğini, saçını başını yolduğunu gördüğümüz… Muhteşem bir şeydi bu ya. Gerçekten muhteşem bir şeydi. Çok özlüyorum ben, çok özlüyorum. Keşke izleyebilecek olsaydınız, keşke biz de aynı ekiple oynayabilecek olsaydık diyeyim
ENTELANKARA: Son sözleri tamamen size bırakıyoruz. Yaptıklarınıza, yapacaklarınıza, üretimlerinize dair neler söylemek istersiniz. ENTELANKARA dinleyicilerine son tavsiyelerinizi, önerilerinizi, umut aşılayan "aforizmalarınızı" dinliyoruz.
Şirin Giobbi: Yaptıklarım, yapacaklarım, üretimlerim ile ilgili neler söylemek isterim? Bazen kendime haksızlık ediyorum. “Şöyle mi yapsaydım, böyle mi yapsaydım? Daha mı cesur olsaydım, bu konfor alanından çıkıp şunu niye denemedim? Niye buna cesaret etmedim?” dediğim bir bir yığın şey var. Bunlardan biri de şarkı söylemek herhalde. Biri bana böyle profesyonel olarak şarkı söyletecek diye ödüm kopuyor, ne yalan söyleyeyim. Oysa ki şarkı söyleyebildiğimi biliyorum, bunu yapabileceğimi de biliyorum ama korku işte. “Tiyatroda nasıl şarkı söyleyebiliyorsun?” diyorlar. Ben de diyorum ki: “Ama onun parasını veriyorlar. Mecburum orada söylemeye.” Bende böyle bir insanım, mecbur kaldığım zaman yapamayacağım şey olmadığını gördüm kendi hayatımda, bunu deneyimledim. Ama mecbur kalmadıysam kendimi hiçbir… “Nasıl diyor siz gençler? Hiçbir challenge’a, hiçbir mücadeleye sokmak, bir adım daha ileri gideyim diye… Bu kişilikle ilgili bir yapıyla ilgili bir şey ya. Sorun demek de istemiyorum, yapım böyle. Ama hani şu anda hayatımda devam eden şeylerin… Tabii ki üretim anlamında devam eden şeylerin devam etmesini isterim. Sesli kitabı… Bunu ilk ben konservatuarda görme engelli insanlar için Milli Kütüphane vardı o zaman ve orada gidip kitap okurduk. Woody Allen’ın bir kitabını okuduğum hatırlıyorum, adını hatırlayamıyorum ama o günden beri o orada onu yaparken o kadar keyif aldım ki… Bunu hep yapmak istemiştim ve bu Storytel, bu Sesle Kitap mevzusu geldiği için inanılmaz mutluyum. Ve buna devam etmeyi çok isterim, seslendirmeye devam etmeyi çok isterim. Tiyatroya hani artık arkamdan insanların “Ay, bu yaşlı huysuz kadın da…” diye konuşmayacakları zamana kadar ya da konuşmaya başlayacakları zamana kadar, dinozorlaşmayacağım zamana kadar devam etmeyi çok çok isterim. Onun dışında işte pandeminin getirdikleri arasında yeteneğim olduğunu da fark ettik sonradan, seramik yapıyorum. Ona devam etmeyi çok isterim çünkü hani sadece bir şey yani bir tek şeyle insan kendini besleyemiyor. İnsan kendini besleyecek ki hele sanatla ilgileniyorsun, insan kendini besleyecek. Başka şeylerle de besleyecek. O da onlardan biri, ona devam etmeyi çok isterim. Bu arada ben hani gerçekten tavsiye edebilecek bir noktada kimseye bir şey değilim ama eğer illaki bir şeyi tavsiye etmem gerekiyorsa şunu hiç unutmuyorum: Estetik gerçekten insan hayatında çok önemli bir yerde ve biz bunun aslında uyumak gibi, yemek yemek gibi gerekli bir şey olduğunun maalesef ne öğrenebiliyoruz ne fark edebiliyoruz yaşadıkça. Ve çoğunuz bunu hiç fark etmeden, hiç yaşamadan hayattan akıp gidiyor. Küçüktüm, daha çok da küçük değiş, gençlik yıllarımda bale izlemiştim ilk kez bale izlemiştim. Ve o bale izledikten sonra oradan çıktıktan sonra yaşadığım doyumu, estetik anlamda yaşadığım doyumu, hissettiğim böyle mutluluğu, dinginliği anlatamam. Aynı şeyi ne böyle Avrupa’da bir kasabaya, bir şehre gittiğimde de böyle şeyler… Özellikle İtalya’da tabii ki altını çizeyim. Balkonlardan sarkan çiçekler… Bu estetik bir şey ve insanın bunu görmeye ihtiyacı var. Bizde o kadar çoktur ki çiçek olmayan balkonlar, çiçek olmayan evler, evin duvarında bir tablo asılı olmayan ev kadar çoktur ki… Ama insanın buna ihtiyacı var. Kendimizi estetik olarak doyurmak zorundayız. Çünkü kendimize estetik olarak doyurduğumuz zaman bana kalırsa hem kendi ruhumuza çok çok büyük bir iyilik yapıyoruz hem de toplum olarak buna ihtiyacımız var. Biraz sakinleşmeye ihtiyacımız var, biraz agresiflikten, negatiflikten, kötü dilden biraz bunlardan uzaklaşmaya ihtiyacımız var. Ama gerçekten günde bir tane iyi müzik, bir tane şiir, bir tane güzel kokan bir şey, bir çiçek… Hiçbirine imkanımız yetmiyorsa yahu bulutlara bile bakmadan yaşıyoruz ya. Kafamızı kaldırıp bulutlara bakmadan yaşayanımız o kadar çok ki… Aydedeye bakmadan, bulutlara bakmadan, ağacın yaprağına bakmadan… Yani bu olmaz, bunlara ihtiyacımız var bence. Bunu yapmalıyız hepimiz kendi adımıza tek tek bunu yapmalıyız. Hele ki Ankara’da yaşıyorsak daha çok yapmalıyız çünkü genelde gri olduğu için.. Hani bir yeşil yaprak bulduğunda dur orada ve ona bak. Ben böyle düşünüyorum. Size çok teşekkür ediyorum beni davet ettiğiniz için ve bu soruları yönettiğiniz için. Hepsini de cevapladığımı düşünüyorum. Hiç pas geçmeye ihtiyaç duyduğum ya da “Bu konuda konuşmak istemiyorum.” dediğim bir soru olmadı. Dürüstlükle de cevaplamaya çalıştım, samimiyetle cevaplamaya çalıştım. Teşekkür ediyorum sizlere, görüşmek üzere.
Birazcık uzun olsa da bence çok keyifli bir podcast oldu çok teşekkür ediyorum katılımı için. ENTELANKARA her pazar tüm podcast mecralarında yer almaya devam edecek. Haftaya yeni bir bölümle görüşmek dileğiyle, kendinize çok iyi bakın.
Podcastlerimiz Spotify, Apple, Google ve hatta YouTube'da...
Comments