top of page

Gökhan Kutum #7 ENTELANKARA

Güncelleme tarihi: 17 Kas 2021



2021 yılının ekim ayı itibariyle Ankara Devlet Tiyatrosu sahnelerine yeni bir oyun daha eklendi. Bu oyunun ismi Dr. Jekyll ile Bay Hyde. Oyun prömiyerinden itibaren çok ilgi gördü, görmeye de devam ediyor. Çünkü oyun izleyenlere tek perdede sürükleyici bir deneyim yaşatabiliyor. Şimdi hem bu etkileyici yapıma dair sorularımızı, hem de Ankara'daki yaşamına dair sorularımızı yönelttiğimiz konuğumuz Dr. Jekyll ile Bay Hyde oyununun Dr. Jekyll'ı Gökhan Kutum'u dinliyoruz.


ENTELANKARA: Kaç yıldır Ankara’dasınız?


Gökhan Kutum: 30 yıldır Ankara’dayım. 1991 Ankara doğumluyum.


ENTELANKARA: Sizi Ankara'ya bağlayan nedenler neler? Kısacası neden Ankara'dasınız. Bu bir seçim mi, yoksa zorunluluk mu?


Gökhan Kutum: Beni Ankara’ya bağlayan nedenler, tüm eğitim öğretim hayatımın Ankara’da geçmesi öncelikle. Ve ardından konservatuarı da Ankara’da okumam, Hacettepe Üniversitesi Ankara Devlet Konservatuarı’nda. Oradan mezun olduktan sonra iş alanının İstanbul’da olması İstanbul’u cezbedici hale getiriyordu ama maddi manevi zorunluluklar diyelim Ankara’da kalmama sebep oldu. Bu Ankara’yı sevmiyor anlamına gelmiyor, Ankara’yı çok seviyorum ama birazcık iş güç koşuşturmacalarının İstanbul’da yoğun olmasından kaynaklı bu düşüncem. Onun dışında da Ankara’da iyiki kaldım diyorum. Çünkü son zamanlarda iş alanında kendimi gösterebileceğim bir oyundayım, Dr. Jekyll ile Bay Hyde. İyi ki buradayım, iyi ki burada kalmışım, iyi ki böyle bir ekiple bu oyunda çalışıyorum diyorum. O yüzden seçmeli zorunlu diyebilirim.


ENTELANKARA: Tek perdede soluksuz seyir zevki veren yeni oyununuz Dr. Jekyll ile Bay Hyde bir harikaydı. Dr. Jekyll olarak oyuna hazırlanış sürecinizi öğrenebilir miyiz? Bu yaratım ortaya nasıl çıktı?


Gökhan Kutum: Öncelikle çok teşekkür ederim bu zarif, kibar yorumunuz için, iyi ki geldiniz diyeyim. Bu yaratım süreci aslında biz 17 Kasım 2020 tarihinde ilk provamıza başlamıştık. O tarihten bir ay öncesine kadar da bir audition yapılmıştı oyunun castı için. Daha sonrasında yönetmenimiz Ünsal Coşar tarafından cast belirlenip provalara başlamıştık. İki hafta kadar bir prova sürecimiz olmuştu. Ama ardından bu korona sayılarının inanılmaz derecede artmasından kaynaklı durmak zorunda kaldık. Bu duruş da bir sekiz aylık bir süreçti. Bu süreçte tabii oyuna dair heyecanımızı kaybetmemek, o içimizdeki ateşi söndürmemek için de yönetmenimiz Ünsal Coşar inanılmaz çaba sarf etmişti, bizi diri tutabilmek için. Bu süreçte de oyuncu olarak ben ne yapabilirimin peşine düştüm. Metni daha çok okuma şansım oldu, daha çok araştırma yapabilme şansım oldu. Çünkü Victorian dönemde, İngiltere’de geçen bir olay. Biz de buna her ne kadar soyut bir iş olsa da klasik anlamda sahne üzerine getirilmesi gerektiğini söylemişti yönetmenimiz. Bunun için de ne yapabilirim, ne edebilirim diye araştırmalara başladım. Dönem dizileri, Victoria, Sherlock Holmes, bu tarz dizilerden de faydalandım. Dönemdeki insanların duruşu, bakışı, nasıl duruyorlar, ne yapıyorlar, kendim de karaktere yansıtabilmem için. Teori olarak da arkadaşım Erdal Ozan Metin sağolsun o da çokça yol gösterdi bana. Okumam gereken kaynakların listesini birazcık ondan kopya ettim. Ardından da 24 Ağustos 2021 tarihinde de provalara başladık. Ve tam gaz devam edip 15 Ekim 2021 tarihnde de prömiyerimizi gerçekleştirdik.


ENTELANKARA: Ankara'da hangi mevsimde, hangi güzergahta yürümeyi seviyorsunuz? Neden?


Gökhan Kutum: Ankara’da ilkbahar mevsiminde yürümeyi seviyorum ve özellikle sabah 08.00 ve 10.00 arasında. Sebebi ise Ankara’nın zaten Gri Şehir olarak tanımlanıyor olması, özellikle o havanın kapalı olduğu zaman insanı depresyona sokma eğiliminden dolayı ilkbahar mevsimini seviyorum. Güzergah olarak da Bahçelievler, Beşevler ve Tunalı istikametine doğru yürüyüş yapmaya bayılıyorum, içimi açıyor. Tekrar o güzergaha dönmek inanılmaz rahatlatıyor beni.


ENTELANKARA: Sahnede üstünde harika işler çıkaran bir ekip izledik. Bu güzel oyunu izleyicilere taşıyan sahne arkası ekibinden de bahseder misiniz? Yapım aşamasında özellikle dikkat edilen noktalar var mıydı?


Gökhan Kutum: Bu işi yaparken yönetmenimiz Ünsal Coşar zaten baya çalışkan ve işini özveriyle yapan bir ekip kurmuştu. Dekor ve ışık tasarımını Kerem Çetinel, yaptığı işleri hayranlıkla izlediğim biri açıkçası. Anna Karenina olsun, Annemin Son Çığlıkları olsun. Hayvan Çiftliği’ni yaptığında keza görsel anlamda bir şölendi. Jako’nun Doğum Günü. Ben o yüzden distribüsyonda kerem abinin adını gördüğümde baya mutlu olmuştum. Onunla bir işte ve içinde oyuncu olarak var olabileceğim bir işte var olduğum için gayet mutluydum. Kostüm tasarımında ise yine genç, bizlerden, Gökçe Şener. Müzikte Kerem Kıraner. Hareket düzenini ise 12 yıl öncesinde yine Pal Sokağı Çocukları, Devlet Tiyatrosu’nda ilk çalıştığım işte beraber çalışma şerefine nail olduğum Burçak Hoca, Burçak Işımer, bu işte de beraber çalıştık. Yapım aşamasında bu işte dekorun içerisinde her ne kadar zamansız atmosfer gibi görünse de seyirci özellikle oyunu izlemeye gelirken salona oturmaya geldiğinde zamansız bir modern soyut bir dekorun içine düşse de aslında oyunun içinde Kerem abinin yaptığı ışık ve görsel destekle beraber Victorian dönemin o kasvetli ruh havasını yansıtmak amaçlanmıştı. Oyunculuk olarak da modern yorumlamaktan ziyade daha çok Ünsal hocanın isteği üzerine, reji yorumu olarak bizeden klasik Victorian dönemi tavırları, duruşları istenmişti, bu amaçlanmıştı. Onu başarmaya çalıştık, umarım başarabilmişizdir.


ENTELANKARA: Babyface baş kahramanı canlandırmak mı, yoksa karizmatik kötüyü canlandırmak mı?


Gökhan Kutum: Tabii ki karizmatik kötüyü canlandırmak :)


ENTELANKARA: Tamamen boş bir gününüz var. Ankara ile baş başa kaldınız. Bu boş gününüzde neler yapar, nerelere uğrarsınız?


Gökhan Kutum: Evet… Tamamen boş bir günüm varsa bir önceki soruda da bahsettiğim gibi nerede olursam olayım gündüz saatinde özellikle sabah saatinde Bahçelievler’den Beşevler’e doğru yürüyüp orada, gerçi şu an kapandı Espressolab vardı, konservatuarın karşısında. Sabah saatlerinde oraya geçip, kulaklığımı takıp, kahve içip, okulu izleyip ki şu an izleyemiyoruz yıkıldığı için. Sonra oradan sıkıldıktan sonra tekrar aynı güzergahtan Anıttepe - Tunalı güzergahına doğru gitmeyi tercih ederim. Orada da yine bir işim yoksa, bir işim yoksa bir acelem yoksa dediğim gibi ki zaten boş bir gününüz demişsiniz, önüme gelen herhangi bir yere, ruhum nereyi çekiyorsa, az biraz depresif bir moddaysam daha çok Karanfil - Konur güzergahından Tunalı’ya gidip oradaki amcaların oturduğu kıraathanelere oturup çay kahve içmeyi, onları izlemeyi, yoldan geçenleri izlemeyi tercih ederim. Ama daha keyfim yerindeyse Bulvar üzerinden Tunus ve Tunalı’ya doğru yürüyüp oradaki kahvecilere oturmayı tercih ederim. Tabii ki son durağım ve eğer geç olmadıysa da Tunalı Starbucks’ın cam kenarı boşsa oraya kurulurmayı, daha doğrusu orayı kapmayı severim. Kahvemi alıp, kulaklığımı takıp çoğu zaman hiçbir şey yapmadan, hiçbir şey okumadan geçen insanları oradan izlemek, hele özellikle yağmur yağıyorsa ki ben dışarıdayken yağmasın, çok tercih etmiyorum :) Nefret ederim ıslanmaktan. O yüzden oradaysam ve camı öte tarafındaysam, yağmur yağıyor, insanların telaşı, ıslanmama telaşı, bir yere yetişme telaşları varsa kahvemi yudumlarken onları izlemeye bayılırım. Eğer uzunca bir vakit orada kalacaksam da kitabımı açıp manzaraya karşı kitabımı okumayı severim. Hala daha vaktim varsa ve yorulmadıysam oradan Atakule’ye doğru çıkıp oradaki Starbucks’a oturmayı tercih ederim. Akşam saatlerinde ise, enerjim bitmediyse ve az biraz böyle alkol menşeli bir şey alacaksam Konur Granma ya da Nedjima diyeceğim ama ergen misin diyecekler :) Nedjima’ya oturmayı severim. Bütün günümü böyle geçirebilirim.


ENTELANKARA: Hayranlıkla izlediğiniz oyuncular hangileri? En çok hangi performanslarını sevmiştiniz?


Gökhan Kutum: Baya aslında geniş çaplı bir soru benim için. Hani bir iki sayamayacağım ne yazık ki. Tiyatro için de beyazperde için de... Önce tiyatro olarak cevaplayacaksam tabii ki başı Durukan Ordu çekiyor benim için. Durukan Ordu’nun ilk izlediğim ve belki on beş defa izlemişimdir ve oyunu ezbere bildiğim Rab Şeytana Dedi ki. Ankaralıların kalbini fethettiği oyundu bence. Ardından Cyrano De Bergarac keza öyle, inanılmaz bir performanstı. Marquis De Sade da yine. Bülent Emin Yarar. Yine klişe olacak Hamlet’de ve Profesyonel’deki oyunculukları bağlamında orada hayranlık duyup Devlet Tiyatrosu’nun Refik Ahmet Sevengil kütüphanesinde, genel müdürlüğün en üst katındaki o kütüphaneye gidip de bir iki oyunla hayranlık duyduğum ve defalarca izlediğim oyunlarının yanında yıllar önce yaptıkları performansları da izlemeye bayılırım. Onun yanında Miraç Eronat, kadın kadın artistlerden. Benim için bir Hürrem Sultan’dır o. İpek Atagün Gezener, Bernarda Alba’nın Evi’ndaki performansı, yine keza Pal Sokağı’ndaki performansı. Kutay Sungar, ilk çalıştığım oyunda, Genç Osman’da beraberdik. Aslında bu işe heves etmemin sebebi Kutay abiydi diyebilirim. Figüran olarak bir oyuna başladım, orada gördüm ve onun o sahne gerisinde ve sahne üstünde devleşme anı benim için inanılmazdı. O yüzden hayrandım ona. Anthony Hopkins, beyazperde için ki en son Baba filmiyle, The Father filmiyle gönülleri fethetmişti. Benedict Cumberbatch, Sherlock Holmes’la, Frankenstein'la, Hamlet’iyle keza. Daha da var aslında da devam etsem mi bilemiyorum :)


ENTELANKARA: Kitaptan uyarlanan oyunların sahneye taşınmasında ne gibi avantajlar ve dezavantajlar yaşanıyor? Özellikle Robert Louis Stevenson'ın kitabını sahneye aktarırken kitapla bağınız ne derece güçlüydü?


Gökhan Kutum: Oyuncu olarak çok çok bir zorluk yaşadığım söylenemez çünkü sonuçta uyarlama bir şeyle karşı karşı karşıyaydık.. Orada karakterin belirli bir çizgisi vardı ve benden beklenilen bir karakter yaratımı vardı. Ben daha çok işin o tarafıyla ilgiliydim. Avantaj dezavantaj konusunda da bunu direkt Jeffrey Hatcher uyarlaması, baktığımızda aslında kitapla bağlantılı ilerliyor ama Dr. Jekyll ve Mr. Hyde'in Tuhaf Vakası kitabında. Hikayeye baktığımızda romanda olmayan aslında bizim sahne üstünde yaptığımız birçok eklemeler var. Hem uyarlama metni olmasından dolayı. Çünkü aslında baktığımızda en basitinden Jekyll’ın arkadaşı Lanyon Jekyll’ın yaptığı işten dolayı herif fenalaşıp ölür ama biz oyunda sahne üstünde onu Jekyll tarafından öldürüldüğünü görürüz. Yine kitapta Elizabeth’i görmeyiz ama sahne üstünde Elizabeth’i görürüz. Bunlar da uyarlayan kişi tarafından olaya bir çatışma katması ve hikayeyi doruk noktasına ulaştırmak için aslında katılan birkaç dokunuş. Dezavantaj konusunda sonuçta herkesin bildiği bir kitap olarak baktığımızda aman gözden bir şey kaçırdık mı, şu oldu mu, bu oldu mu gibi dezavantajlar olabiliyor. Çünkü bazen seyirci gelip “Ama bunu atlamışsınız,” falan gibi durumlar da olabiliyor. Böyle dezavantajlar olduğu gibi kimi de avantaj olarak baktığımızda da kişi gelip okuduğu kitabı sahne üstünde gördüğünde daha bir hayranlık uyandırabiliyor bu da bence bu hikayenin bize karşı avantajı diye düşünüyorum.


ENTELANKARA: Hangi zamanlarda ruhunuzu boğuyor Ankara?


Gökhan Kutum: Sonbahar, hele ki yağışlıysa ve kapalıysa, kapkaraysa gökyüzü. Ve kış, kışın aslında çocukluğumda hatırlıyorum Ankara’ya kar inanılmaz yakışıyordu ama bu son birkaç senedir o çocukluğumda gördüğüm karları görmediğim için aslında bir yandan üzüyor bir yandan da ortalığın böyle yalap şap olmadığı için mutluyum :) O mevsimlerde o şartlarda ruhumu boğuyor. Sokağa çıktığımda her yer sırılsıklamsa ve yağışlıysa, gökyüzü kapalıysa boğuluyorum.


ENTELANKARA: Charlie Chaplin mi, yoksa Buster Keaton mı?


Gökhan Kutum: Charlie Chaplin diyorum. Çok popüler olmasından kaynaklı değil benim bağım bir farklı o da şundan kaynaklı. Geçen senelerde kaybettiğimiz hocam Erhan Gökgücü beni hep ona benzetirdi. O da bir final sınavında makyaj, kostümle oynamaya çıktığımda birden gülmeye başlamıştı ve sınav sonrasında beni onun gençliğine benzettiğini söylemişti. Hatta o konuşmadan sonra da okuldan mezun olduğumuzda mezuniyet tezleri yaparız. O zaman “Beraber bir tek kişilik Charlie Chaplin’e dair bir proje yapalım seninle,” demişti. Onun üzerine de baya çokça çalışmıştık ama olmadı ben de oyumu Amadeus’dan yana kullanmıştım. Ama hocamın o tespitinden sonra böyle hep lanse edildim. “Charlie Chaplin’in gençliğine benziyorsun, gençliğine benziyorsun” denilip duruldu. Hatta bir keresinde de Atakule’de öyle bir projede bulunmuştum. Herhalde hala dolanıyor. Charlie Chaplin ile ilgili sosyal mesafeye dair bir videoydu. Çok uzatmayayım Charlie Chaplin.


ENTELANKARA: Üç yazar, üç yönetmen, üç de müzisyen ismi alabilir miyiz?


Gökhan Kutum: Tabii. Üç yazar; Dostoyevski, John Steinbeck, İhsan Oktay Anar. Üç yönetmen; Stanley Kubrick, Roman Polanski ve Nuri Bilge Ceylan. Üç müzisyen ismi de Mozart, Chopin ve Tan Taşçı :)


ENTELANKARA: Tek kişilik bir oyun sahneleyecek olsaydınız karakterinizin özellikleri nasıl olurdu? Örneğin hangi film karakterine benzerdi karakteriniz?


Gökhan Kutum: Aslında bunun cevabını Charlie Chaplin sorusunda vermiştim. O dönemde Charlie Chaplin’i tek kişilik bir oyun olarak sahnelemek istiyordum işin açıkçası. Ama şartlardan dolayı yapamadım. Daha başka bir şeyler denemek istiyordum. O zaman da bu Amadeus filmi, Petter Shaffer’ın yazdığı, hem sinemaya uyarlanan hem de tiyatro sahnesinde birçok kez sahnelenen Amadeus metnini tek kişilik bir hale çevirmiştim. Çünkü oynamak istediğim karakterler, tadına varmak istediğim karakterlerin ikisi de aslında o oyunda vardı. Biri Mozart biri Salieri’ydi. O yüzden ben o metni, 50 kişilik falandı yanlış hatırlamıyorsam, o metni tek kişilik anlatımla sahne üstüne getirmeye çalışmıştım. Mezuniyet tezi olarak yapmıştım bunu. Sonrasında dışarıda, mezun olduktan sonra, özel bir tiyatroda, ufak çaplı bir yerde oynama hedefim vardı. Ama sonrasında işte pandemi şartları, her defasında başladığımda ya kapanma oldu, ya yeni oyun provaları oldu, ya bir şeyler oldu hep kenarda kaldı ama şu anki fikrim hala sıcak. Yakın zaman o tek kişilik performans olayını gerçekleştireceğimi umuyorum Amadeus olarak. İki karakteri de oynamak istiyorum, o iki karakteri tek bir bedende oynamayı istiyorum. O yüzden cevabımı Amadeus’dan yana kullanıyorum.


ENTELANKARA: Oyununuzun yönetmeni Ünal Coşar. Ünal hocayla çalışma süreciniz nasıldı? Oyuna ve karaktere can verirken hem siz hem de Ünal Coşar çoğunlukla nelere dikkat ettiniz?


Gökhan Kutum: Ünsal hocayla çalışma süreci öğretici bir süreçti aslında. Okuldan mezun olduktan sonra birçok şeyi unutuyorsunuz. Neyi nasıl yapacağınızı, nasıl bir yol izleyeceğinizi, ya da bir anda bir işin içine atıldığında ne yapacağını bilemiyorsun. O süreçte Ünsal hoca hem genç ekip kurması, hepimizin genç ve işe yeni yeni bu tarz, baksan 12 yıldır Devlet Tiyatrosu’nda figüranlık, yardımcı oyunculuk yapıyorum oyunlarda ama ilk kez böyle bir projenin içinde, önemli bir rolün içinde bulunduğumda ne yapacağımı bilemedim. Bende başta bir panik oluşmuştu. O süreçte Ünsal hoca kriz yönetimini çok iyi yaptı. Bana olsun, ekip arkadaşlarıma olsun yani hep hoca gibi yaklaştı bize. İşin yönetmeniydi, umrunda da olmayabilirdik ama o bize sahip çıktı biz de onun sahip çıkmasından dolayı oyuna daha çok çaba sarfettik, sahip çıkmaya çalıştık ve çıkacağız da. O süreçte daha çok hoca öğrenci, her ne kadar Ünsal hoca “Profesyonel meslektaşlarım,” dese de bize biz onu hep hoca olarak, o hoca naifliğini görüyorduk onda. Çok babacan tavrı vardı. Karaktere can verirken bütün soruları bize yöneltiyordu. Sahne üstünde ne görmek istediğini bize çok iyi tarif ediyordu nasıl bir şeyle karşılaşmak istediğini. Bize o yola doğru yönlendiriyordu. Sorduğu sorularla, metne dair bize yönelttiği sorularla acaba dediğimizde verdiği cevaplarla, bu sahnede şimdi ne yapmalı dediğimiz anda anahtar cümleyi söylüyordu. “Durum bu, bunu görmek istiyorum, böyle,” dediğinde biz de zaten karakterimiz belli, belirli koşullar var ve yapmamız gereken bir şey var oynamak. Onu da oynamaya çalıştık. Ünsal hocayla sürecinde hep “sizler gençsiniz” kimliğinden kurtarmaya çalıştı Ünsal hoca bizi. Aslında bizler mezun, okullu profesyonel insanlardık baktığımızda. Ama hep şey algısı, böyle büyük tiyatrolarda birazcık bu algı var, “Sizler gençsiniz durun,” durumu vardı. Bize öyle bakıldığı için de Ünsal hoca daha çok bize “Profesyonelsiniz siz, oyuncularsınız, diplomanız var, herhangi bir yerden mezun değilsiniz ve oyuncusunuz siz.” Buna dikkat etmeye çalıştı, bize o özgüveni aşılamaya çalıştı.


ENTELANKARA: Son zamanlarda etkileyici bulduğunuz dizi ve filmler hangileriydi? Neden etkilemişlerdi?


Gökhan Kutum: En son izlediğim, Penny Dreadful. Birkaç sene öncenin yapımı olsa da bu oyuna hazırlanış sürecinde denk geldim ve izledim. Baya ilgi çekici bir iş yapmışlardı. Hem dönemi çok iyi yansıtan bir projeydi ve projenin şöyle ilgi çekici bir yanı vardı beni etkileyici kılma sebebi. O dönemi, Victorian dönemdeki o bir ton efsaneyi, bir ton Frankenstein’ları, Karındeşen Jack’leri, o mevzuları tek bir çatı altında, tek bir isim altında toplamışlardı ve her bölüm bunları değinilen bir mevzu etrafında dolanıyordu. Bana o inanılmaz etkileyici gelmişti. Bir diğeri The Father, Anthony Hopkins’in oynadığı, Florian Zeller'in yazdığı ve yönettiği film. Anthony Hopkins’in hiçbir şey yapmadan çok şey yapması inanılmaz… İnsanı etkilemekten öteye götürüyor.


ENTELANKARA: Aynı soruyu kitaplar için soralım. Nedenleriyle birlikte sizde iz bırakan kitapları öğrenebilir miyiz?


Gökhan Kutum: Dostoyevski’nin Suç ve Ceza’sı, Raskolnikov, o içinde bulunduğu buhran, bunalım. Nedense yakın gördüğüm için muhtemelen iz bıraktı bende. Yine Dostoyevski'nin Beyaz Geceler’i. Baş karakterin, erkek karakterin aldatılma durumu. George Orwell’ın 1984’ü. İz bırakma sebebi malum ortada. Günümüz Türkiye’si ne yazık ki. Patrick Süskind'ın Korku romanı. Ve son olarak İhsan Oktay Anar’ın Puslu Kıtalar Atlası. Orada hikaye zaten etkiliyor, orada geçen durumlar. Ama beni daha çok orada İhsan Oktay Anar’ın o durumu nasıl hayal edip nasıl kaleme döktüğü beni çok etkilemişti.


ENTELANKARA: Hangi yönetmenle beyazperde projesinde yer almak isterdiniz? Neden?


Gökhan Kutum: Nuri Bilge Ceylan ile beyazperde projesinde yer almak isterim. Sebebi de yaptığı işler Türkiye’deki sinemadan ziyade daha çok tiyatro projesiymiş gibi, tiyatro oyunuymuşçasına önem verdiği ve aktardığı için onunla çalışmak isterim çünkü genelde hep lafı söylersin onu çekerler. Onun yaptığı işlerde nedense karşıdan baktığında sözsüz oyunların, eslerin, sözün olmadığı anların, o gerginliklerin, yani bunda da herhalde Nuri Bilge Ceylan’ın Çehov’dan etkilenme sebebi de vardır. Belki ben de o yüzden oyumu Nuri Bilge Ceylan’dan yana kullanıyorum. O da benden yana kullanır mı bilmiyorum tabii :)


ENTELANKARA: Günlük hayatınızda Bay Hyde çıkıyor mu içinizden? Hangi zamanlarda dışarı çıkmak için zorluyor sizi Bay Hyde?


Gökhan Kutum: Zorlamıyor desem yalan olur, tabii çıkıyor. Ben nezaketsiz, kaba saba insanlardan nefret ederim öncelikle ki son zamanlarda ne yazık ki ülkemizde bu tarz insanlar çokça var olmaya başladı. Bay Hyde’ın benim içimden çıkması için birinin beni eliyle dürtmesi yeterli. Bu toplu taşımada olur, yolda yürürken olur. Yolda yürürken bir insanın birden yolun ortasında durup telefonla uğraşması ya da sanki o kaldırım onlara aitmişçesine rahat rahat yürüyüp arkadan gelen insanlara saygı göstermemeleri, karşıdan gelip omuz atmaları falan filan. Bu bende Bay Hyde’ın çıkması için yeterli bir neden ki dediğim gibi çok nezaketsiz insanlar olduk. Onları da gördükçe öfkelenmemek elde değil.


ENTELANKARA: Son sözleri tamamen size bırakıyoruz. Yaptıklarınıza, yapacaklarınıza, üretimlerinize dair neler söylemek istersiniz. ENTELANKARA dinleyicilerine son tavsiyelerinizi, önerilerinizi, umut aşılayan aforizmalarınızı dinliyoruz.


Gökhan Kutum: Öncelikle eğer beni buraya kadar dinlediyseniz çok teşekkür ederim. Bu fırsatı da sunduğunuz için ENTELANKARA grubuna çok teşekkür ederim. Son sözler nedense bende hep böyle bir veda durumunu yarattığı için duygusal bir modda oluyorum. Son sözlerim, umut etmekten çekinmemeliyiz, umut etmeliyiz, umudumuz kırılmamalı. Bu günümüz şartlarında, özellikle pandemi koşullarında ki biz gençler olarak umutsuz bir nesilmişiz gibi yetiştirildik. Bize hep öyle bakıldı, umutsuz bireylermişiz gibi bakıldı. Bu her yerde öyle, tiyatroda öyle, hastanede öyle, ne bileyim bir ofiste öyle. İş ararken bile bir yere gittiğinde sen tecrübeli misin diyor, ya tecrübeli olsam orada zaten olmazsın. Bize hep umutsuz vakalarmışız gibi bakıldığı için. Bu tiyatroda da böyle, “gençsin biraz daha dur, dur bekle.” Bunlarda biz gençlerin umudunu kırıyor. Bir şeye heves ettiğinde “gençsiniz ya,” denmesi umudumuzu kırıyor. O yüzden benim mottom umut etmek, umut etmekten vazgeçmemek. Er ya da geç istediğimiz, beklediğimiz bir şey varsa o gerçekleşecek. Ama o beklediğimiz şeyi umut etmeliyiz. İçimizde o umut parıltısı olmalı, o parıltıyla parlamalıyız bizde. Ama umut etmediğimizde gelişigüzel yaşadığımızda ne yazık ki daha çok depresyon, daha çok dibe batmalar, daha çok bir şey üretmeden geçirilen vakitlerimiz olmaya başlıyor. O yüzden bence umut etmeli. Hep büyüklerim bana onu söyledi, bu tiyatro koşuşturmasına başladığımda. Ben de evet, 12 yıl Devlet Tiyatrosu’nda sözleşmeli olarak çalıştım, her oyunda arkada görevliydim. Ya mızrak tutuyordum, ya bir şey tutuyordum, duruyordum, bir sahneye girip çıkıyordum. Yani 12 yılımı verdim ben okuldan önce bu işe. Ama hep umudum yitiyordu. Okula girdim umut ederekten, o umudum da gitmeye başladı. Mezun oldum, işte tam bir şeyler olacakken yine umudum kırılıyordu. Umut etmekten vazgeçecekken aslında bir yerden sonra dedim ki boşver, bir şey olacaksa olacaktır, bekle dedim ve şu an çok keyifli bir oyunda, çok keyifle çalıştığım bir ekiple, keyifle çalıştığım bir yönetmenle, Ünsal hocayla yollarım kesişti. Şu an bir oyunda her gün çıkıp o seyirciye kavuşabilmek için yine umut ediyorum. Onlarla karşılıklı gelebilmek için. Çünkü umut etmekten vazgeçmedim. Hep çevremdekilere de onu söylüyorum. Görenler “ya hiç depresyona girmiyor musun, niye hep güler yüzlüsün,” diyorlar. Aslında giriyorum, hem de düştüğüm anlar oluyor ama her seferinde dur Gökhan deyip Bahçelievler - Beşevler - Tunalı istikametinde kulaklığımı takıp yürüyüp, kendi kendime konuşup, gülüp olayları geçiştirmeye çalışıyorum. Hayaller kurmaya çalışıyorum. Hep umudumu taze taze tutmaya çalışıyorum ve şu an böyle bir konumdayım. Evet, geçen seneye kadar ne olacağım diyordum. Şu an ama başka bir şeylerin içindeyim. Bir oyunda keyifle oynadığım bir şeyin içerisindeyim. Her gün o ekip arkadaşlarımın yanına gelme umudu içerisindeyim. Bu sefer de onlarla yan yana gelip aynı iş hevesiyle, aynı işin etrafındaki o enerjiyle koşuşturma hevesini umut ediyoruz. Her gün, her gün, her gün. O yüzden de umut etmekten vazgeçmemeliyiz. Çünkü şeyden de üzülüyorum. Bana yol gösteren abilerim tiyatroya dair ya olmayacak, şu olmayacak, habire depresif moddayken onlar “yapma oğlum, daha gençsin, önüne bak,” şudur, budur, tatlı tatlı konuşurlardı. Ben şimdi onların yerine geçtim, bir şeyler yapmaya çalışıyorum. Çevremdekilere olumlu, pozitif enerjiler yüklemeye çalışıyorum. Ama o bana yol gösteren abilerim, umut et diyen abi ablalarım şu an onların böyle kenarlara çekilip umutsuzca ortamı boş bırakmalarına çok üzülüyorum. Sırf kendi yaşıtlarım, kendimden küçüklerime değil sözlerim. Benden büyüklerim, bana yol gösteren büyüklerim, tiyatro aşığı olan büyüklerim. Kendi mesleğimden örnek verecek olursam. İzlerken hayranlık duyduğum abilerim ablalarım onların şu an ortalıkta olmamaları üzüyor beni. O yüzden umut etmeliyiz, umudumuzu hiç yitirmemeliyiz. Her an, her saniye yeni bir şeyle karşılaşacakmışçasına beklemeliyiz. Başka çaremiz yok. Bekleyeceğiz ama güzel bekleyelim, hoş bekleyelim, mutlu olalım, güler yüzlü olalım. Birbirimizi kırmayalım, birbirimize kötü laf söylemeyelim. Söylüyorsak bile farkına varıp geri vites yapmayı bilelim :) O yüzden umut etmekten vaz geçmeyelim.


Gökhan Kutum’u dinledik, kendisine teşekkür ediyorum ENTELANKARA’ya katıldığı için, konuğumuz olduğu için. Genellikle bilet bulunmuyor, o salona baktığımızda bütün koltukların kırmızı olduğunu görüyoruz ama siz yine de takipte kalın. Ve eğer boş koltuk bulabilirseniz biletinizi hemen alın. Dr. Jekyll ile Bay Hyde oyununu kaçırmamaya çalışın diyorum ve bu bölümü de burada sonlandırıyorum. Haftaya yeni bir konukla buluşmak dileğiyle kendinize çok iyi bakın.


Tüm podcastlerimiz Spotify, Apple, Google ve hatta YouTube'da...

720 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
Yazı: Blog2_Post
bottom of page